Gülseren Onanç
1991’de Türkiyeli bir ilaç şirketinin satış pazarlama müdürü olarak Moskova’da göreve başladığımda kendimi çok şanslı hissediyordum. Amerika’da uluslararası pazarlama yüksek lisansımı yeni bitirmiştim, Sovyetler Birliği açıklık ve yeniden yapılandırma (Glasnost ve Perestroyka) döneminde Batı’ya ve kapitalizme açılıyordu, Türkiyeli şirketlerin Özal’ın dış ticareti destekleme politikaları sayesinde bir rekabet avantajı vardı. Hayalim bir Türk markasını global bir marka yapmaktı ve burası şahane bir başlangıç noktasıydı.
Ağustos ayının Türkiye sıcağından üç buçuk saat uçak yolculuğu sonunda vardığım Moskova beni soğuk, bulutlu, gri bir hava ile karşıladı. Havaalanı, caddeler, arabalar, dükkanlar her yerde soğuk bir gri renk hakimdi. Zaman sanki yirmi yıl önce durmuş gibiydi. İçinde 6 zaman dilimi olan bu kocaman ülkenin buluşma noktası olan Moskova İstanbul gibi, New York gibi kocaman bir metropoldü. Bu şehrin iki rengi vardı; Kiev’den, Bakü’den, Kafkaslardan, Taşkent’ten, St. Petersburg’dan, Sibirya’dan gelen insanları ve bana Disneyland’ı anımsatan Kızıl meydanı.
Gittiğimden bir hafta sonra Gorboçov’a karşı gerçekleşen askeri darbe, her ne kadar benim gibi 80 darbesi görmüş biri için çok hafif olsa da ve Yeltsin tarafından birkaç günde bastırılsa da Sovyetlerin dağılmasını tetikleyen tarihi bir süreçti. O tarihi süreci yaşayan şanslılardan biriydim. Ülke birkaç ay sonra 15 özerk ülkeye ayrılmıştı. Her ülke kendi insan sermayesi ve Kremlin ile olan ilişkileri ile kendine bir yol çizdi. O günlerdeki beklentim dağılan Sovyetler Birliği ülkelerinin, insan haklarına saygılı, demokrasinin, hukukun üstünlüğünün hakim olacağı refah toplumlar olmasıydı. Özünde eşitlik ve dayanışma olan komünist rejimle 75 yıl yönetilen bu coğrafya Avrupa Birliği benzeri bir yapılanma ile Türkiye’nin yanı başında bir refah toplumu yaratma potansiyeli taşıyordu.
Üzerinden 30 yıl geçti ve maalesef bu hayalim gerçekleşmedi. Orta Asya cumhuriyetleri yozlaşmış otoriterlerin elinde perişan oldu. Moskova (Kremlin de diyebilirim) “ağır ağabey” olma rolünü hiç bırakmadı. Putin yeni Avrasyacılık politikasını bölgeye adım adım uygularken NATO üyesi Türkiye’deki otoriter iktidar ile işbirliği yapabildi. Hatta ABD seçimlerinde bile Trump’ın seçilmesi yönünde bile çalıştı. Şimdi de dünyadaki enerji krizini fırsat bilerek Ukrayna ile bir savaşın eşiğine gelip Nato’ya net bir mesaj yolladı. Bu hamleye karşı “ABD geri geldi” diyen Joe Biden yönetimi duruma seyirci kalmayacağını söylüyor. NATO üyesi ülkeleri ve AB ülkeleri geçen hafta Moskova ve Kiev’de diploması trafiğini arttırdı.
Yeni bir soğuk savaş mı başlıyor?
BBC Türkçe’ye göre, Rusya ve Çin’in iki otoriter devlet başkanı Putin ve Şi Jinping arasındaki yakınlaşma son yıllarda askeri alanda gittikçe artan bir işbirliği de sergilemeye başlayınca ABD, NATO, Avrupa Birliği (AB) liderliklerinin kaygıları arttı, “Yeni bir soğuk savaş mı başlıyor?” sorusu gündeme geldi. Son olarak, Kış Olimpiyatları’nda Pekin’de buluşan Vladimir Putin ve Şi Jinping’in “Yeni Bir Döneme Giren Uluslararası İlişkiler ve Sürdürülebilir Küresel Kalkınma Hakkında” tutumlarını açıklayan ortak imzalı bildirisi, “yakınlaşmanın” artık bir “jeopolitik eksene” dönüştüğüne, belki de yakında NATO benzeri bir ortak örgütlenmenin gündeme gelebileceğine ilişkin kimi spekülasyonları yoğunlaştırdı.
Olası bir savaşın kazanını olmayacağı kesin ama kaybedeni belli; kadınlar ve çocuklar. Doğu Ukrayna’da, eşini kaybetmiş birçok bekar anne ve yaşlı kadın, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri ile Rusya destekli Novorossiya Federal Devleti arasında 2014’ten bu yana tahmini 14 bin kişinin ölümüne neden olan bir savaşın yanı başında tek başına hayatta kalma mücadelesi veriyor.
Barışseverler ve barış destekleyiciler ne yapacağız?
Barış’ın SES’ini yükseltmeliyiz
“Dünya yeniden iki kutuplu, her an bir savaş riski taşıyan silah endüstrisinin, militarizmin hüküm sürdüğü bir yer mi olacak?” “Bu gidişata nasıl dur diyebiliriz? “Barışa nasıl SES verebiliriz?” sorularına cevap aramalıyız.
Benim önerilerim;
- Otoriter iktidarlara karşı direnelim: Otoriter popülist liderlerin yükselttiği kutuplaşma, milliyetçilik savaşı körüklüyor. Dünyada erkek egemen, popülist, otoriter sağ iktidarların gücünü arttırması artık sadece kendi ülkelerini değil dünyayı tehdit etmeye başladı. Putin, Şi Jinping, Bolsonaro, Orban, Erdoğan, Maduro gibi politikacılar sadece kendi ülkelerindeki demokrasiyi yok etmekle kalmıyor aynı zamanda bölgelerine ve dünyaya da çatışma ve savaş dilini yayıyorlar.
- Barış talep edelim: Barış sözcüğü birçok sözcük gibi içi boşaltılan, barış talep edenlerin terörist olarak hedef gösterildiği bir sözcük oldu maalesef. Barış akademisyenleri imzaladıkları bir bildiriden dolayı hedef alındılar ve işlerinden uzaklaştırıldılar. Bugün hep bir ağızdan “barış” talep etmek ve ülke yönetimine talip olanları barışı vadetmelerini sağlatmak zamanıdır.
- Daha çok kadının barış masalarında ve siyasette olmasını sağlayalım: BM’nin 1325 sayılı kararı kadınların barış masalarında yer almaları gerektiğini söylüyor. Dünyanın kadınların barışçıl, farklılıkları kucaklayan politik yaklaşımına ihtiyacı var. Yazar Ece Temelkuran Oksijen için yazdığı makalede, “Türkiye’nin girdiği seçim atmosferinde Kurulacağını umduğumuz yeni ve daha adil bir siyasal düzenin şimdiden ölü doğmaması için kadınların tüm varlıklarıyla bulunması gerekiyor. Kadınların öfkeleriyle ve değişim talepleriyle, büsbütün insan olarak. Bunun olması için beylerin biraz toparlanarak oturması, bilhassa ilerici beylerin biraz daha ilerleyip kadınlara yer açmaları gerekiyor” diyor.
- CHP Genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Bütün kadınlara sözümdür, devlet yönetiminde en az yüzde 35 kadın istihdamı sözü veriyorum” demesi değerli ama yeterli değil. Sadece devlet yönetiminde değil Türkiye’yi yeniden yapılandıracak siyasi kadrolarda da feminist hareketin temsilcileri yer almalı.
- Barış bakanlıkları kuralım: Benim savunduğum feminist kadınların değişim yaratacağı iddiasını sosyolog Asiye Müjgan Güvenli sorguluyor. “Patriyarkal ilkelerle işleyen devlet mekanizması, feminist ilkeleri savunan kadınların bu makinede yer almasıyla birden başkalaşacak mı?” sorusunu soran Güvenli’nin umut veren bir cevabı var; “feminist dış politikanın olanaklarını geçmişi binlerce yıl öncesine dayanan feminist barış hareketi, “erkek devlet” mekanizmasının içinde yer alarak uzun erimli bir mücadelede sonuç alabilir” diyor. Leandra Bias’ın önerisi bize ilham veriyor, savunma bakanlıklarını “barış bakanlıklarına” dönüştürelim.
Dünyanın barışa ihtiyacı olduğu bu dönemde barışa feminist SES verelim.