Gülseren Onanç

Çocukluktan kadınlığa adım atmak bir kabus gibidir. Kadın olmak, özgürlükleri bir tarafa bırakıp prangalara teslim olmaktır dindar muhafazakar toplumlarda. Erkek çocukların yapmaya devam ettiği şeyler artık size yasaktır. Siz artık ev içine mahkum edilmiş bir tutsaksınızdır. Babanız, erkek kardeşiniz gardiyanlarınız oluverir. Okula ne kadar gideceğinize, nerede kiminle olacağınıza onlar karar verir. Sokaklarda özgürce bisiklete binemezsiniz. Top peşinde koşamazsınız. Arkadaşlarınızla sokakta toplanamazsınız. Bağıra çağıra şarkı söyleyemezsiniz. İstediğiniz saatte sokağa çıkamazsınız. Özgürce flört edemezsiniz, aşık olamazsınız.

Aralık ayında gerçekleştirdiğimiz SES’li Düşünüyorum etkinliğine katılan Yalnız Yürümeyeceksin Platformu üyesi genç kadın “Saçlarımın arasına rüzgar girdiğinde hissettiğim duygunun özgürlük olduğunu anladım” diye anlatıyordu yalnız başına bindiği vapurda hissettiklerini. Yalnız Yürümeyeceksin Platformu, hayatlarının herhangi bir diliminde başörtüsü takmış, başörtüsünü çıkarmış, başörtüsü baskısını türlü şekillerde yaşamış ve henüz bu yönde mücadele eden kadınların hikayelerini paylaşmak, dayanışmak ve haberdar olmak için, bizzat bu mücadelelerden geçmiş ve onlara destek olan insanlar tarafından, internet üzerinden bir araya gelinerek oluşturulan bir gönüllülük platformu. Bu platforma yazılan mektupları okumanızı öneriyorum. Platformdaki mektuplar ataerkil İslamcı sistemin babalar, anneler, kardeşler, mahalle ve toplum tarafından nasıl dayatıldığını anlamanıza yardımcı olacak. Bu platformu kuran genç kadınların cesaretine hayran kalacaksınız.

SES Yılın Kadınları Ödülü’nü verdiğimiz Afganistan’da direnen kadınlar Taliban’ın kadınlara dayattığı radikal İslam yaşam biçimine karşı mücadele ediyor. Kız çocuklarına okula gitmeyi yasaklayan, kadınları burkanın arkasına kapatıp kamusal alandan silen, kadın gazetecilere ekranı yasaklayan bu ‘kadın düşmanı’ zihniyet ile yaşamları pahasına mücadele eden kadınlar adına ödül törenine video ie katılan eski bakan yardımcısı Hosna Jalil “Afgan kadınları yaşamları pahasına Taliban rejimine karşı mücadele ediyor” diyor. SES Yılın Kadınları ödülü alan İran’daki kadına yönelik yasaklar ile mücadele eden Beyaz Çarşamba Hareketi de özünde siyasal İslam ideolojisi ile mücadele ediyor.

Laiklik sivil ve siyasal mücadele ile sağlanır

İran ve Afganistan’da uygulanan kadına yönelik baskı ve ayrımcılık Türkiye’de bir gün hayata geçer mi? Atatürk devrimleri ve anayasa ile cinsiyet eşitliğini güvence altına alan laik Türkiye Cumhuriyeti’nde bu gerçekleşir mi? Bu soruya Prof. Dr. Serpil Sancar, “Kadın Haklarında Hasar Tespiti” yazı dizisinin 5.’sinde Sünni İslam’ın kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgili uygulamalarına mercek tutarak cevap arıyor. Serpil “Dinin elini kadınların bedenlerinden ve yaşam tarzlarından çekmesi gerekiyor. Bu bir zaman içinde gerçekleşecek bir olgunlaşma meselesi değil, tersine sivil bir siyasal mücadele ile sağlanacak gelişmedir. Yani “siyasal laiklik” kadar “sivil laikleşme” de önemli” diyerek can alıcı bir konuya değiniyor. “Muhalefet aktörleri de bu konularda ısrarla konuşmamaya ve kamusal tartışma ortamı oluşturmamaya devam ediyor. Dini güç odaklarının, kamusal alanda, dini kutsalların tartışılmaz üstünlüğünü iddia ederek, farklı görüşlerin ‘dini kutsallara saldırı’ iddiasıyla yasaklaması kamusal alanda tekçi bir dini tahakküme dönüşür” diyor.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkan zihniyetin bir adımı olarak Sezen Aksu olayı

Bu açıklama bize Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın camiden Sezen Aksu’ya yaptığı “dil kesme” saldırısının geri planını anlatıyor. Sezen’e yapılan saldırı cemaat ve tarikatların baskısı ile İstanbul Sözleşmesi’nden çekilen zihniyetin el yükseltmesidir. Diyanetin güçlendirilmesi ve İmam Hatip orta okulları ve liselerinin yüzde 300 oranında artışı siyasal İslamın siyaset eliyle inşasının en belirgin örnekleri. Üstelik bu zihniyetin mağdurları sadece kadınlar değil Enes Kara gibi genç erkekler de oluyor.

Güçlü kadın hareketi

Dünyanın her yerinde yüz yıllardır verilen kadının eşitlik mücadelesi bizde de 1980 darbesi sonundaki güçlü kadın hareketi ile ivme kazandı. Bu hareketin değerli öncüleri siyasal, akademik ve örgütsel bir hat oluşturdular. Bugün hala Türkiye’de kadın haklarından söz edebiliyorsak, siyasal İslama direnen cesur, mücadeleci, örgütlü feminist kadın hareketine borçluyuz. Ama feminist kadın hareketinin baskıcı düzene karşı geniş kitlelere ulaşamadığını ve etkisinin sınırlı kaldığını da söylemek gerekir.

Benim gibi 80 kuşağı kadınları darbe travmasına ve muhafazakar mahalle baskısına karşı örgütsüz bir şekilde direnmek zorunda kalmıştık. Bize apolitik olmamız ve muhafazakar topluma itaat etmemiz öğütlenirken, kendi direnişimizi kendimiz örgütlemek zorunda kalmıştık. Bu direniş otoriter düzenin anlayamayacağı, mücadele edemeyeceği bir direniş yoluydu. Biz şarkılar ile yaşama tutunmayı ve direnmeyi seçmiştik

Bizim Sezen’imiz vardı

Sezen bizim aileden biri gibiydi. Uzansak dokunacak, arasak konuşacaktık. Onun kadın hakları sözcüsü olmak gibi bir niyeti yoktu ama biz ona özgürlüklerimizi savunan bir lider gibi bağlanmıştık. Bir de muhafazakar topluma kendi özgün duruşu ve sözleriyle direnen Aysel Gürel vardı ki, Aysel ve Sezen ikilisinin sözleri ve besteleri bizim özgürlük marşlarımız olmuşlardı.

Toplum bize iffetli olmayı öğütlerken Sezen bizi her bahar aşık olmaya davet etti. Sezen aşkı öylesine kutsardı ki, aşksız bir yaşantının anlamsız olacağına inanır, romantik aşkın peşine düşerdik. Muhafazakar toplum bize tek eşliliği dayatırken, Sezen bize aşık olmak kadar ayrılmanın da doğal olduğunu anlattı. Biz aşkımızı da ayrılığımızı da en çok Sezen ile paylaştık. “Gitme dur ne olursun, gitme kal yalan söyledim, daha ayrılığa hazır değilim” diyerek ayrılık acımızı onun şarkıları ile yaşadık. Muhafazakar toplum bizi evlere kapatmaya çalışırken, Sezen bizi yıldızlara davet etti, onun “Haydi gel benimle ol uzanıp yıldızlardan bakalım dünyadaki neslimize” çağrısına uyup defalarca yıldızlardan baktık dünyamıza.

Muhafazakar toplum kız çocuklarını evliliğe mahkum ederken, o sekizinde kadın, on ikisinde ana olan Ünzile’nin acısını duyurdu bizlere. Muhafazakar toplum ölümü kutsarken, Sezen hep yaşamdan yana oldu. Bize acısıyla tatlısıyla yaşamın ne şahane bir şey olduğunu fısıldadı.

Ne kavgası ve sevdası bitti Sezen’in. O vicdanımızın SES’i oldu. Havan mermisiyle parçalanan 12 yaşındaki Ceylan’a yaptığı ağıt o coğrafyaya karşı sorumluluğumuzu hatırlattı.

Sezen özgürce şarkılarını söylerken, o bundan haberdar olmasa bile, biz Sezen’in şarkıları ile bu ataerkil düzene direndik.

Geçen hafta Cumhurbaşkanının camiden Sezen’in şarkı sözlerine yönelik, Devlet Bahçeli’nin TBMM kürsüsünden Sezen Aksu’nun şahsına yönelik tehditleri, Çağlayan Adliyesi önünde yapılan mafya tipinde bildiriler Sezen üzerinden özgür ve eşit yaşam sürmek isteyen hepimize yönelik yapılan saldırılar oldular.

Korkmayan Sedef Kabaş

Gazeteci Sedef Kabaş’ın katıldığı televizyon programında sarf ettiği sözler nedeniyle ‘Cumhurbaşkanı’na hakaret’ suçuyla tutuklanması da; soru soran, hesap soran, gülen ve güçlü kadınlara tahammülü olmayan zihniyetin yansımasıdır. Cesur arkadaşımız Sedef Kabaş korkmadığını çünkü haklı mücadelesine inandığını söylüyor.

Sezen’e de Sedef’e de yapılan saldırılar bizi daha da güçlendiriyor. Tehlikenin daha çok bilincinde olarak gücümüzün daha çok farkındayız. Sezen’in özgüvenli bir vatandaş olarak bu baskıcı düzene verdiği cevap cesaretimizi ve dayanışma ruhumuzu arttırdı.

Şimdi hep bir ağızdan haykırıyoruz:

Sen beni sezemezsin,

Dilimi ezemezsin
Dur bakalım…
Beni öldüremezsin
Sesim, sazım, sözüm var benim

Ben derken ben herkesim

Bugün artık hepimiz Sezen’iz ve Sezen herkestir.